Paris’teki yalnızlık ve İstanbul’daki tek adamlık
Seine Nehri’de yüzen cesetler, çiçeğe kendini gösterebilme hakkı tanıyan büyük boşluklar, kuytulara çekilen yeşil sandalyeler, yalnızlıklar ve İstanbul’daki tek adamlığın bin yıllık sürekliliği… Bu yazı Paris-İstanbul hattındaki bir kendini bulma hikayesidir.
2018 yazında -Euro 7 lirayı olmuşken- bir Avrupa turu yapmaya karar verdim. Türklere uzun süreli Schengen veren iki ülke vardı. İtalya ve Fransa. İtalya’ya daha önce gittiğim için Paris’e bilet aldım. Gezimi, dilleri konusunda böbürlenen bu burnu büyükleri sevmediğim için dört günle sınırlandırdım.
SAW’da her zaman yaptığım gibi Berlitz cep rehberini satın aldım ve okumaya başladım. Şehirleri turistik destinasyonları dikkate alarak gezmem, benim için ne anlam taşıdıkları önemlidir. Mesela Cortazar’ın mezarını ziyaret edip ona bir selam çakmak, onun fotoğraf çektirdiği köprüyü bulmak, onunla aynı anı yaşamak, kitapçılarında dolaşmak…
Seine Nehri kenarında bir köprüde durdum. Gönülleri hep bir olsun diye aşklarını kilitleyen ve köprüleri birer çiçek değil ama “kilit tarhına” çevirenlerin yanında, siyasi bölünmüşlükleri yüzünden birbirini öldürüp nehre atan Fransızları gözümde canlandırmak zor olmadı.
Louvre’a doğru yürüdüm. O ihtişamlı binaları dikenler birbirini öldüren Fransızlar mıydı? Bu müzeleri ve anıt yapıları görünce Fransızlardan bin yıl geride olduğumuzu hissettiğimde içim ezildi. Louvre’un yıllarca gezsem yine de görmeyi bitiremeyeceğim sanat eserlerine kafa patlatmak yerine bahçesinde zaman geçirip cam piramidin bana ne fısıldadığına kulak kabarttım. “Atalarımız çok şey yaptı ama bizim de söyleyecek sözümüz var” diyordu piramit.
Fransız bahçelerinden devam ettim yürümeye… Mesela bir çalı dikmişlerse, çevresinde koca bir boşluk vardı onu saran… Peki ama neden?
Çünkü boşluk o çalıya güzelliğini gösterebilme hakkı tanır. Odağınızı onun güzelliğine çeker. Geniş çakıldan yürüme yolları, insanı kendine çeken gizli kuytular ve binlerce “ince düşünülmüş” detay görebilirsiniz Paris’te… Gözüm çirkin ve “düzenlenmemiş” bir köşe aradı, bulamadı.
Bir parktan başka bir parka geçtim. Acaba Cortazar, “Parkların Sürekliliği” (Can Yayınları, Tomris Uyar çevirisiyle) öykü başlığını bir parktan ötekine geçerken bulmuş olabilir miydi?
Gözüm çirkinlik bulamadı ama ne buldu biliyor musunuz? Her yere saçılmış yeşil sandalyeler ve heykeller… Ne yöne yürüseniz yürüyün bir ağacın altında, bir süs havuzunun yakınında sürprizli bir şekilde bir heykel sizi bekliyor. Bir antropoloğun heykeli, bir sosyoloğun, bir ressamın, bir denizcinin, bir fatihin, bir kraliçenin heykeli…
Bir süre sonra anlıyorsunuz ki bu şehir, tek bir adamın fikriyle doğmamıştır. Binlerce zihin, binlerce fikir üretmiş ve katkısını topluma mal etmiştir. Ortak kültürün zenginliğiyle sarmalanıyorsunuz. Şehrin güzelliği insana bir coşku veriyor ve bulduğunuz ilk yeşil sandalyeyi kapmak, onu bir kuytuya çekmek, çantanızdan bir kağıt kalem çıkartmak, belki bir şiir döşenmek veya bir eskiz çizmek istiyorsunuz.
Paris’te depresyonun neden kol gezdiğini de anlayabilirim. Çünkü içine dönen insan orada kendinden bir şeyler bulabilmeli. Peki ya bulamıyorsa? Çevresinde her gün gördüğü heykeli dikilmişler kadar katkı sunamıyorsa? İnsanın orada kendi varoluşuyla mücadelesini anlamamak mümkün mü?
Charles de Gaulle, “300 çeşit peyniri olan bir ülkeyi yönetmek kolay değil” derken belki buna da atıfta bulunuyordu. Paris kendinizi aşma, kendinizi yeniden bulma, ondan yeni bir fikir üretme ve o fikri topluma mal etme şehridir. Paris’in neden Paris olduğunu anlamaya başlıyorum.
Sonra zihnim kendi şehrime, İstanbul’a kayıyor.
- Biz fikri olanın heykelini dikmiyoruz, meyve veren ağacın nasıl taşlanacağıyla ilgili atasözlerimizi yineliyoruz.
- Biz yapan değil, bekleyen olmayı seçiyoruz. Kendimiz yapmayı değil, başka birinin yapıp bize vermesini bekliyoruz.
- Bu yüzden bizim heykeli dikilen binlerce insanımız yok, bizim tek adamımız var. Her şeyi o yapabilir mi?
Tek adamla bin yıl gerideyiz. İlerlemek için bir değil binlerin fikrine ve yapabilmesine ihtiyacımız var. Sonra da elbette onları yok etmeye değil, onurlandırmaya…